İklim Değişikliği, küresel bir sorun olduğu kadar yerel bir sorun. Dünya devletleri, bilim insanları  ve ekoloji örgütlerini gerektiği gibi katmadıkları karar alma süreçlerinin sonucunda, küresel ortalama sıcaklık artışının 2 dereceyi aşmaması için farklı farklı senaryoları iki hafta boyunca yaptılar, bozdular. Lakin, Türkiye kamuoyunda da kısmen yankı bulan bu sıcaklık artışının ne demek olduğuna dair bilgi bir türlü yerlileşmedi. İklim değişikliği krizi genel Türkiye kamuoyunda kutup ayıları, El Niño, Afrika’daki çoraklaşma veya Hollanda’nın sular altında kalmasıyla sınırlı bir biçimde biliniyor. Oysa Çanakkale’de yıllardır termik santrale karşı mücadele eden balıkçılar, sıcaklıkların 1 derecelik artışının bugün yediğimiz pek çok balığın başta hamsi, uskumru, palamut gibi balıkların tamamen ortadan kalkması demek olduğunu biliyor. Bu nedenle de bölgeye yapılması planlanan ve iklim krizini azdıracak kömürlü termik santrallere karşı duruyorlar. Mersin’deki termik ve nükleer karşıtları da tam bu nedenle Akdeniz’in sıcaklığını artıracak her türlü kirli yatırımın yeni savaşlar anlamına geldiğini biliyor.

Suriye’de yaşayanlar ve Suriye’yi terkeden yüzbinler iklim kriziyle etkisi pekişen ve tüm Akdeniz Havzası’nı etkisi altına alan petrol uygarlığı ve ilişkili iklim krizinin savaş demek olduğunu biliyor. Bartın’da ucuz Çinli işçi çalıştıran şirketlerin rödavans yoluyla kapattıkları kömür sahalarında kurulması planlanan termik santraller için yeterli kömür çıkarmadığını da madenciler biliyor. Ki onlar ücretlerini bile daha doğru düzgün alamıyor. İşsiz kalma endişesiyle her gün ocağa iniyor ve kömürü çıkartmaya devam ediyorlar. Tam da sessiz sessiz ölüme giden Soma işçileri gibi… Soma’da yeni köyünde huzur bulmaya çalışan termikçiler de biliyor aslında kömürü… Öte uçta Silopi’de on yıla yakın zamandır kömür ocaklarında ölenleri, sakat kalanları konuşamıyor, kömür karası kaderini bir duyan var mı diye ufka bakıyor, ne zamandır! İşte bu birbirinden yalıtılmış gibi görünen ve iklim krizini derinden yaşayan pek çok yerel mücadeleden ses seda çıkmamasından anlamanız gerekirdi COP21 Paris Anlaşması’ndan bizim payımıza umut düşmediğini…

Paris Anlaşması, yerel mücadelelerin iklim adaleti konusundaki politik beklenti ve öngörülerinin çok gerisinde. Dahası medeniyet krizi haline gelen sorunları öteleyecek bir perspektife de sahip. Yerel mücadeleler, küresel iklim değişikliği konusunda enerji adaleti, kamusal karar alma süreçlerine katılım, ekolojik ve sosyal maliyetleri pahasına bir gelişme hayalinden çok daha etkin bir politik hedefe odaklanmış durumda. Bu yerel hareketlerin bel bağladıkları, yargısal yolla karar alma sürecine katılma mekanizmaları ise son zamanlarda hayli aksak ilerliyor. Yargı için Paris Anlaşması, orta vadede yüzünü döneceği bir anlaşma olabilir zira bizim hukuk sistemimiz içinde uluslararası anlaşmaları esas alan bir yargılama gelişmiş durumda değil. Paris Anlaşması sonrasında, Türkiye’nin iklim değişikliğini önlemeye yönelik verdiği ‘ulusal niyet beyanlarını’ gerçekleştirmesi için etkin bir hukuk ve kamuoyu denetimini de yine yerel hareketler hayata geçirecektir.

Herkesin nitelikli, güvenli ve iyi bir yaşam hakkı için Paris Anlaşması altında devletin yükümlülükler üstlenmesi açısından somut bir karşılığının olup olmayacağını, devletin küresel bu sorunda paydaş olup olmayacağını ancak yerel mücadelelerin toplumsallaşan demokrasi ve adalet talepleri biçimlendirecektir. Bu anlamda iklim krizini ister tersten ister düzden okuyalım uluslararası düzlemde devletin adım atma iradesine ruh üfleyecek olacak tam da bu toplumsal kararlılıktır.

Sofrasında temiz gıdanın ve suyun yokluğuyla, aralık ayının ortasında dökülmeyen yapraklar arasında bağ kuran toplumlar Mukaddime’nin  buyurduğu üzere çözülmenin kıyısından dönerler. Aksi durumda güçlü bir devletin tek başına engelleyemeyeceği bir kriz kapıdan girmiş olur. Bu krizin adı Gargantua değil, iklim değişikliği. Hemen bir şey yapmak için ise hala vakit var. İlk talep mi? Savaşa, yıkıma ve fosil yakıtlara değil, iklime bütçe…

Ekoloji Kolektifi